
Yine bir sonbaharın hüznü çöktü yüreğimin kentine. Kaçı kaldı kapanmamış kapının? Ömrümüzün kaçıncı durağındayız? Her durakta bir yolcu bırakmayalı nice zaman oldu. Hep hasretlik çizilmiş kaderimizin kucağına; elden ne gelir ki…
***
Eskiye dolu dolu gözlerim şimdilerde. İçimde bir hicranın sancısı var. Sahne yine ölümün o arsızlığına bürünmüş. Bir zamanlar ne şairane gelirdi bu mevsim. Oysa sonların kendisiymiş bilemedim. Şimdi sonbahara dayandı mı takvimler, benden yitip gidenleri düşünüyor kalbim. O şiir dizelerini anımsatan düşsel mevsim, dönüşümünü birer yaprak dökümüyle perçinliyor hayatımızda. O dökülen yapraklar birer parçamız olunca da sevdanın dizeleri yerini ağıtlara bırakıveriyor.
İnsan ölümsüz değildir elbette. Ancak bir parçası ölümsüzlüğüne akar anılarının içinden. Mesela bir şarkın vardır; ne zaman kulak kesilse biri, sen oracıkta ölümsüz oluverirsin. Öyle anlar vardır işte; bir tarihin kucağına atıverirsin kendini, sonra dinlersin o şarkıyı muhakkak ölümsüz saydıklarının anısına…
***
Parçalarımdan bıraka bıraka ilerledim bir sonraki takvim yaprağına; içimde ağırlığını kaldıramadığım bu büyük hüsranla… Bir de sol avcumda kalan o soğukluk hissiyle… Sevemiyorum seni artık hazan mevsimi. Bana hep vedalarla geldin!
Anılarıma düştü yolum; tam da kalemimden damlayan mürekkebin yolunu kaybettiği gibi… Oysa yıllar öncesine bir perde aralanınca hep kahkaha sesleri duyardı kulaklarım. Gidenlerin anısına dalıp, sızlayınca anlıyor insan kaybedilenin yoksunluğunu ve o kahkahaların bir daha geri gelmeyeceğini. Bir kitabın 104. sayfasında yarım bırakılmış hayatın hatırasına sarılıp, bir sırdaşın yolu gözleniyor. Siz adına ne derseniz deyin, ölümün tek bir tabiri kalıyor geriye: Özlemek…
Özlemek, özlediğine sığınamamak…
***
Bilmezdim çok önceleri toprağın bu kadar soğuk olabileceğini; hele de bir mermer taşına sarılmışsa! Karanlığa gömen gömene canını… Şimdi gömdüklerimizi anma mevsimi gelmiş, tüm kasvetiyle…